30 Kasım 2017 Perşembe

Kara Sevda

Mihrimah Hanım - Cahit Sıtkı Tarancı


Arkadaşı Vedat Günyol'un kardeşi Mihrimah Hanım'a aşık olan ancak aşkını gizlice içinde yaşayan Tarancı, Kara Sevda şiirini onun için yazmıştır. Bu aşkını çok uzun seneler sonra arkadaşına itiraf etmiştir ancak Mihrimah Hanım artık evlidir. Vedat Günyol "Keşke zamanında söyleseydin, evlenmenizi çok isterdim" demiş, bunun üzerine Tarancı derin bir pişmanlığa düşmüştür.

Kara Sevda

Bir kere sevdaya tutulmaya gör;
Ateşlerde yandığının resmidir.
Aşık dediğin, Mecnun misali kör;
Ne bilsin alemde ne mevsimidir.

Dünya bir yana, o hayal bir yana;
Bir meşaledir pervaneyim ona.
Altında bir ömür döne dolana
Ağladığım yer penceresi midir?

Bir köşeye mahzun çekilen için,
Yemekten içmekten kesilen için,
Sensiz uykuyu haram bilen için,
Ayrılık ölümün diğer ismidir.

Maria Missakian

Maria Missakian - Attila İlhan


Attila İlhan bu şiiri, Paris seyahati sırasında tanıştığı ve oldukça etkilendiği Maria Missakian'a yazmıştır. İlhan Türkiye'ye dönmek zorunda kalmış ama Maria'yı bir türlü ülkesine getirtememiştir. Mektuplarla devam eden aşkları aradan geçen seneler içinde kopmuş ve yıllar sonra şair, Maria'nın evli, mutsuz ve alkolik bir kadın olduğunu öğrenip yıkılmıştır.

Maria Missakian

Yüksekkaldırımda bir akşam
Maria Missakian'ı düşündüm
Eğer kendimi bıraksam
Yağmur olabilirdim yağardım

Kasım'da bir çınar olurdum
Yaprak yaprak dökülürdüm
Kalbimi sıkı tutmasam

Döküp saçıp boşaltsam
İçimde yükselen şiiri
Kaldırımlara döküp harcasam
Gözleri balıkçıl gözleri
Dudaklarında tutup rüzgarı
Maria Missakian adında biri
Gelse göğsüne kapansam

29 Kasım 2017 Çarşamba

Monna Rosa

Muazzez Akkaya - Sezai Karakoç


Sezai Karakoç'un Mülkiye'de okurken uzaktan uzağa aşık olduğu kadına yazdığı şiirin kıtalarının ilk harflerini birleştirdiğinizde "Muazzez Akkayam" ismi okunuyor. Okulun en popüler kızlarından olan ve kendisine Cemal Süreya'nın da şiirler yazdığını anlatan Muazzez Hanım şairin kendisine olan aşkının da farkında olduğunu söylemiştir. Aşkına bir türlü açılamayan Karakoç ise ona şiirleriyle seslenmiştir.

Monna Rosa

Ulur aya karşı kirli çakallar,
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa.
Monna Rosa bugün bende bir hal var.
Yağmur iri iri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Açma pencereni perdeleri çek,
Monna Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Monna Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek.

Lavinia

Mevhibe Beyat - Özdemir Asaf


Mevhibe Beyat ismini bilmiyorsanız bile Lavinia'yı mutlaka duymuşsunuzdur. Güzel Sanatlar Akademisi'nde okuyan ve güzelliğiyle dillere destan olan Mevhine Hanım'a duyduğu karşılıksız aşk Asaf'a bu dizeleri yazdırmıştır.

Lavinia

Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun, ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme, lavinia
Adını gizleyeceğim.
Sen de bilme, lavinia.

Makber

Makber - Abdülhak Hamit


Abdülhak Hamit Tarhan'ın kaybettiği eşi Fatma Hanım'ın ardından yazdığı bu şiir bir kadın için yazılmış şiirlerin en hüzünlülerindendir.

Makber

Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı, gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim, o haksar kaldı,
Bir köşede tarumar kaldı,
Baki o enis-i dilden, eyvah,
Beyrut'ta bir mezar kaldı.

23 Kasım 2017 Perşembe

Karadut

Mari Gerekmezyan - Bedri Rahmi Eyüboğlu


Bedri Rahmi'nin bu şiirini çoğu insan ezbere bilse de hikayesi pek bilinmez. Şair sanılanın aksine bu şiiri karısına değil, asistanlık yaptığı üniversitenin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiş olan Mari'ye yazmıştır. Mari Gerekmezyan ile yaşadıkları büyük aşk maalesef hüsranla noktalanmış, 1946 yılında hastalığa yakalanan Mari, şairin tüm çabalarına rağmen kurtulamamıştır.

Karadut

Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın a gülüm
Günahımsın, vebalimsin.

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.

Sessiz Gemi

Celile Hanım - Yahya Kemal


Yahya Kemal'in ünlü şair Nazım Hikmet'in annesi, ressam Celile Hanım ile olan aşkları dillere destandır. Yahya Kemal'in Nazım Hikmet'e ders verirken tanıştığı Celile Hanım ile olan ilişkisi mutlu sonla noktalanmamış, bu aşktan geriye şairin ölüme yazıldığı zannedilen ama aslında Celile Hanım'ın Heybeliada'dan İstanbul'a doğru yol alışında yaşadığı kederi anlattığı meşhur şiiri kalmıştır.

Sessiz Gemi

Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler
Bilinmez ki giden sevgililer dönmeyecekler

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

21 Kasım 2017 Salı

Yer Çekimli Karanfil

Biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi, aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu? bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele..

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.

EDİP CANSEVER

20 Kasım 2017 Pazartesi

Cemal Süreya


Cemal Süreyya'nın Soyadındaki "Y" Harfinin Yok Oluş Hikayesi

Üvercinka, güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir sözcük. Barışa, aşka dayatmaya dönük…
“Elma” şiirinde, adındaki “Y” harflerinden birini attığını ilan eder. Nedeni, kendi anlatımına göre, arkadaşıyla bir telefon numarası üzerine girdiği iddiayı kaybetmesidir. Söz konusu telefon numarası, Üvercinka’nın…

Cemal Süreya, “O zaman çok güvenirdim belleğime. Telefon numaralarını falan kaydetmezdim. Belki de kaydetmediğim için kalırdı. Ona dedim ki, eğer bu böyleyse, ismimden bir harf atarım dedim. Kaybedince, ismimde harf aradım, iki tane olandan birini atmak daha uygun geldi.” der.

Bir Başka Rivayete Göre İse Şöyle:

Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üniversitede sınıf arkadaşıdır ve sınıflarında 'Muazzez Akkaya' isminde bir de kız varmış. İkisi de bu kızı gizliden gizliye severlermiş. Sınıfta gün boyu aynı kıza duydukları ilgiyi birbirlerine anlatırlarmış. Hatta Muazzez'e yazdıkları şiirleri birbirlerine okurlarmış. Sonra bu aşk, zamanla kızışmış ve birbirlerine 'ben elde ederim, sen edersin' derken 'kim elde edecek?' diye iddiaya tutuşmuşlar. Kaybeden büyük bir bedel ödeyecek demişler. Ve bu bedel ömrü boyunca üzerinde kalacak. Bedene fiziksel bir zarar olmayacak diye de karar kılmışlar. Ve sonunda adını değiştirmeye gelmiş olay.

Cemal Sürey(y)a kazanırsa; Sezai Karakoç'un soyadı 'Karkoç' olacak.

Sezai Karakoç Kazanırsa; Cemal Süreyya'nın soyadı 'Süreya' olacak.

Tahmin ettiğiniz gibi kızı Sezai Karakoç elde eder ve onunla çıkmaya başlar. Cemal Süreyya da gidip tek 'Y' harfini attırır soyadından... İşte Süreyya'dan Süreya'ya geçiş dönemi böyle olmuştur.

Peki sonrasında ne oldu?

Muazzez Akkaya Sezai Karakoç'un kendisi ile bir iddia sonucu çıktığını öğrenir. Biraz da sorunları olan Muazzez bunu kaldıramaz ve okulu bırakıp ve memleketi olan Geyve'ye gider. Sezai Karakoç bu duruma çok üzülür ve Muazzez Akkaya'ya ithafen Mona Rosa'yı yazar. Şair Karakoç, 1950 yılında Mülkiye'de öğrenci iken yazmıştır ancak 2002 yılına kadar yayımlanmamıştır.

16 Kasım 2017 Perşembe

Kitap Önerisi

Puslu Kıtalar Atlası (İhsan Oktay Anar)
     Arap İhsan, bir denizcidir. Alibaz adında bir çocuğu esir almıştır. Alibaz ve İhsan İstanbul’a gelirler. Orada Arap İhsan’ın yeğeni Uzun İhsan’ı ve oğlu Bünyamin’i ziyaret ederler. Daha sonra Arap İhsan bir hesabını görmek için Kubelik adında eski bir köleyi aramaya çıkar. Elinde bir kitap vardır. Bu kitap yaptığı bir kavga sırasında Arap İhsan’ı bir kör kuşundan kurtarmıştır. Çok geçmeden Arap İhsan, Kubelik’i bulur ve ondan elindeki kitabı tercüme etmesini ister. Bu arada Bünyamin öldü sanılıp gömülür fakat mezardan çıkar. Bu durum korku ve heyecana sebep olur. Ardından Bünyamin lağımcı ocağına yazılır ve evden ayrlır. Babası Uzun İhsan Efendi, Alibaz’la baş başa kalır. Uzun İhsan, Alibaz’ı bir mahalle mektebine yazdırır. Alibaz mahalledeki arkadaşlarıyla bir çete kurar ve o çetenin başı olur. Bir gün Uzun İhsan’ın yeniçeriler tarafından yaka paça götürüldüğünü gören Alibaz çok sinirlenir ve savaş ilan eder.

     Bünyamin savaş meydanında lağım kazmaktadır. Bir çarpışma sırasında yaralanır. Savaşın ardından Bünyamin İstanbul’a geri döner fakat babasını evde bulamaz. Babasının başına gelenler herkesin dilindedir. Zavallı Uzun İhsan Efendi’nin gözleri oyulmuş, kulakları kesilmiş ve bir dilenciye satılmıştır. Bunun üzerine Bünyamin dilencilerin arasına sızar. Amacı babasını kurtarmaktır. Nihayet babasını bulan Bünyamin’in sevinci uzun sürmez. Babası onu bir varile koyup ağzını kapatmasını söyler. Bünyamin çaresizce kendine denilen şeyi yapar. Bir süre bekler fakat babası varilden çıkmaz. Bunun üzerine varilin kapağını açmaya çalışır fakat etraftan bu hareketi görüp de gelenler Bünyamin’i oradan kovalarlar. Bünyamin bir gün boğulmak üzere olan istihbaratçıların başı Büyük Efendi’yi kurtarır. Büyük Efendi, Uzun İhsan’ı kör ve sağır yapan adamdır fakat Bünyamin’in bundan haberi yoktur. Adamı Zülfiyar’ın bir emaneti tesadüfen Bünyamin’e vermesi sebebiyle bunu yapmıştır.

     Büyük Efendi ile Bünyamin yüzleşirler. Büyük Efendi Bünyamin’e bazı sırları açıklar. Birlikte bir kumarhaneye giderler. Büyük Efendi orada kumarhane sahibinin foyasını meydana çıkarır. Daha sonra Büyük Efendi, Bünyamin’e sahip olduğu aynayı gösterir. İddiasına göre ayna kıyamete ne kadar zaman kaldığını ve kıyametten evvel hangi olayların vuku bulacağını göstermektedir. Büyük Efendi ise kıyametin yaklaştığını ve kıyametin gelmesini engellemek için zamanı tersine çevirme planları yaptığını Bünyamin’e anlatır. Büyük Efendi, son kehanette yazılı olduğu gibi mehdinin geleceğine inanmaktadır. Mehdi diye bir adamı yakalatır ve bir işkenceciyle anlaşır. Mehdi olduğu iddia edilen adam her şeyin bir kurmaca olduğunu, kıyametin kopmayacağını söyler fakat Büyük Efendi ona inanmaz. Büyük Efendi adamları sorgularken dilenciler kapıya dayanır. Kapıyı kırıp içeri girerler ve Büyük Efendi’yi oracıkta öldürürler.

14 Kasım 2017 Salı

Beni Bu Havalar Mahvetti


Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

Orhan Veli Kanık

13 Kasım 2017 Pazartesi

Dolap Çevirmek Deyimi Nereden Gelir?


Dolap Çevirmek

     Eskiden büyük konakların haremlik ve selamlıkları olurmuş. Haremlik kadınlar tarafına, selamlık ise erkeklerin tarafına denilirmiş. Böylece kadınlar da, erkekler de kendi aralarında rahatça konuşur sohbet ederler, hoşça vakit geçirirlermiş.

     Bu konaklarda misafirlere ikram konusu da düşünülmüş elbette. Kadınlar tarafındaki ikramlardan erkekler tarafına da sunmak için özel bir dolap tasarlanmış. Bu dolabın şimdiki döner kapılara benzer bir şekli varmış. Yani, kadınlar tarafı ile erkekler tarafı arasındaki duvarda açılmış büyükçe bir pencereye, tekerlek şeklinde yerleştirilmiş kapaksız bir dolapmış bu. Bu dolap iki ya da üç raflı imiş. Kadınlar kısmında hazırlanan yemekler ve çeşitli ikramlar, bu yuvarlak dolabın raflarına konulur, sonra da selamlık kısmına doğru döndürülürmüş. Yemekler yenilip tabaklar toplandıktan sonra, boş tabaklar tekrar dolabın raflarına konulur ve kadınlar tarafına çevrilirmiş. Böylece kadınlar tarafından erkeklere, erkekler tarafından da kadınlara servisler bu şekilde yapılırmış. 

     Fakat bu dolaplar zamanla gönül işlerinde de kullanılır olmuş.

     Mesela, delikanlının biri sevdalısına kimselere çaktırmadan mektup, gül falan verecek olsa çaktırmadan dolabı kullanırmış. Haremlik bölümünden bir mendil mi gönderilecek, yine dolap çevrilirmiş.

     Bu dolapların böyle çaktırmadan kullanılmaya çalışılması dikkatlerden kaçmazmış elbette. Bazen büyükler devam eden koyu sohbetlerin arasında gençlere belli etmeden ''dolap çevriliyor'' diye işaretleşirlermiş. 

     Bu deyimin, böyle bir öyküsü olsa da günümüzde ''dolap çevirme'' deyimi, o zamanki masum anlamından farklı olarak, gizli kapaklı işleri, dalavereleri ve aldatmaları söylemek için olumsuz anlamda kullanılır.

     Bu deyim, ''hile ve aldatma ile iş yapmak, gizli kapaklı işler çevirmek'' anlamlarında kullanılır.
                                                                                                          (Zafer Dergisi, 488. Sayı)

Mutluluk


Mutluluk Neydi?
     Mutluluk, o kadar yakınımızdaydı ki biz onu uzaklarda arıyorduk. Gören iki gözümüz, duyan iki kulağımız, tutan iki elimiz ve gezebilen iki ayağımız vardı. Bunlar mutluluğun ta kendisi değil miydi? En büyük zenginlik, en büyük servet bunlardan başka ne olabilirdi? Gören gözlerimiz bizim için özenle yaratılmış birçok nimeti göremeyince, kulaklarımız eşi benzeri olmayan o muhteşem sesleri duyamayınca, ellerimizin ve ayaklarımızın farkına varamayınca yani kendimizin mükemmel ve kusursuz bir varlık olduğumuzun farkında olmadığımızdan mutluluğu bulamıyorduk. Bulamayınca da farklı şeylere kalkışıyorduk. Onu kendimizden uzaklarda aramaya başlıyorduk. Zenginliğimizin ve servetimizin farkında olmadan öylece dolaşıyorduk. Birde üstüne parayla satın almaya kalkışıyorduk. Mutluluğu parayla, servetle, yatla, katla bulabileceğimizi sanıyorduk. Bunun içinde kendimizi çoğu şeyden mahrum edip gelip geçici şeyler için paralıyorduk. Çok çalışmamız ve çok para kazanmamız lazımdı. Mutluluğu bulmanın yolu buydu. Gerçekten de bu muydu acaba? Sağlığımız yerinde olmadan, çok paranın ve parayla her şeyi elde etmenin bir anlamı var mıydı? Bu bize mutluluğu getirebilir miydi? Belki bir yere kadar mutluluğu satın alabilirdik. Ya ondan sonrasını nereden bulacaktık? Aslında bunların hiçbirine gerek yoktu. Ne paraya ne yata ne kata. Mutluluk o kadar basit yerlerde saklıydı ki sadece bize düşen onu doğru yerlerde aramaktı. Küçük bir köyde heybetli bir meyve ağacının gölgesinde saklıydı. Dallarındaki meyvesinde saklıydı. Öten küçük bir serçenin ötüşünde saklıydı. Özene bezene yaratılmış bir papatyanın kokusunda ve yaprağında saklıydı. Gökyüzündeki milyonlarca yıldızda saklıydı. Güneşin doğusu ve batışındaki o muhteşem görüntüde saklıydı. Belki de mutluluk yediğimiz bir parça ekmeğin kendisiydi. Alıp verdiğimiz bir nefesin karşılığıydı mutluluk.

     Düşünebilmemiz için birde aklımız vardı. Düşünüyorduk. Çok şey düşünüyorduk. Bizim için yaratılan ve bize sunulan bu kadar şeyi yaratanın kim olduğunu ne kadar düşünüyorduk acaba? Biz nereden gelmiştik nereye gidecektik? Bizim gerçek sahibimiz kimdi? Onu düşünmek bile bir mutluluk kaynağıydı. Her şey o kadar kusursuz ve ahenk içindeydi ki bunu göz ucuyla bakarak bile görebilirdik. Birde herkesi eline düşüren aşk vardı ki mutluluğu çoğaltabilirdi. Çoğalttığı gibi yok edebilirdi de. Peki bu aşk neydi? Aşk sadece bir beşeri sevmek miydi? Onun uğruna her şeyi feda edip kendimizden geçmek miydi? Dağı, taşı, toprağı, ağacı, çiçeği, böceği sevmek onlara bağlanmak aşk olamaz mıydı? İnsanları sevmek aşk olamaz mıydı? Ana babayı sevmek aşktan sayılmaz mıydı? Ağacın köklerini toprağın bağrına saplaması ve toprağın acı çekmesine rağmen öylece sessiz kalması aşk değil de neydi? Bunların hepsini yaratanı düşünmek , sevmek ona bağlanmak en büyük ve en güzel aşk değil miydi? Onu yüreğimizin en derinlerine yaşamak onun için yanmak mutluluk değil de başka ne olabilirdi? Mutluluk yaratana olan sonsuz aşktaydı. Yürekteydi. Yani bizdeydi. Yaratan aşkı için ne yapa biliyorduk? Nelerden vazgeçebiliyorduk? Nelerimizi onun yoluna fena ediyorduk? İsmini bile ağzımıza almak bizi bu kadar mutlu ediyorken onun için ne kadar yanabiliyorduk? İşte her şey bu kadar basitti. Mutluluğu bulabilmek zor değildi. Bir kere düşünmek yetiyordu onu bulabilmek için. Bizi yaratanı düşünmek ise her şeye bedeldi. Dünyanın her yerinde beş vakit duyulan bir ses vardı ki bütün mahlûkat onu duyunca olduğu gibi kalırdı. Kıpırdamaya imkan bulamazdı. Bu ses sanki her şeyin kapısını bir çırpıda açıyordu. Unuttuğumuz her şeyi hatırlatıyordu. Hatırlatmakla kalmıyor teker teker her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. Evet, bu ses mutluluğun sessiydi.

     Mutlu olmak bu kadar basitti işte. Onu uzaklarda aramaya gerek yoktu. Çünkü çok yakınımızdaydı. Yanı başımızdaydı. Elimizin altındaydı. Meçhulde aramak boşunaydı. Tek çare mutluluğu doğru yerde ve kendimizde aramaktı. Farklı şeylere kalkışmamıza gerek yoktu. Yaratandaydı mutluluğun aslı. Kusursuz ve mükemmel yarattıklarında saklıydı mutluluk. Bize düşen ise yaratılanları görebilmek, duyabilmek, hissedebilmek, düşünebilmek ve farkında olabilmekti.
                                                                                                            CENGİZHAN DEMİREL

11 Kasım 2017 Cumartesi

Sait Faik Abasıyanık


O ve Ben
Sana koşuyorum bir vapurun içinde
Ölmemek, delirmemek için…
Yaşamak; bütün âdetlerden uzak
Yaşamak…
Hayır değil, değil sıcak;
Dudaklarının hatırası;
Değil saçlarının kokusu
Hiçbiri değil.
Dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde
Ben onsuz edemem.
Eli elimin içinde olmalı,
Gözlerine bakmalıyım,
Sesini işitmeliyim.
Beraber yemek yemeliyiz
Ara sıra gülmeliyiz.
Yapamam, onsuz edemem.
Bana su, bana ekmek, bana zehir;
Bana tat, bana uyku
Gibi gelen çirkin kızım.
Sensiz edemem!

9 Kasım 2017 Perşembe

İsmet Özel

Partizan
Gırtlağımda bir harf büyüyor
buna dayanacağım
dişlerim kamaşıyor yıldızlardan
buna da.
Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir.
Artık yırtarak açtığımız zarflarda
ne kargış, ne infilak
yalnız
koynunda çaresiz, çıplak
isyan işaretleri taşıyan
bir ergen cesedi.
Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir
uyusam bir dağın benimle uyuduğu oluyor
her gün şehrin ortasında bir ergen ölüyor
domuzuna ölüyor bankerlere durarak
noterden onaylı kağıtlara durarak
mevlit ilanlarına durarak.
Yunmadık saçlarını okşuyoruz, yavrum.
- Yüzümüzde dolanan bir mayhoş kahkaha -
Gırtlağımda bir harf büyüyor
gırtlağımızda.

Sarp bir güvercin düşüyor yüreğimden
buna dayanmalıyım
ölünce bir partizan gibi ölmeliyim
sabahın kuşluk vaktine savrulan
savrulan savrulan ergen ölüleri gibi.
Şehrin şarkısını söylediğim zaman
yağız bir kımıltı oluyor sesim
korku ve cüzam
korku ve cüzam
korku…
Ne beklenebilir artık namlulardan.
Harçlar karılmış duruyordur
hem de kara
bir gerdek olarak yaşıyoruzdur kendimizi
ne beklenebilir.
Yırtarak açtığımız zarflarda
büyük tecimevlerinde, büyük çarşılarda
pokerde-sinemada-genelevlerde
ne bir suçlu çağrışımı, ne karabasan
yalnız o herkesler
o herkesler kendine akarak boğulan
ve sürdüren bir güleç kocamışlığı.
Bereketli kuşlar serpeceğim ayaklarıma
genzimi yakarak
bir cinayet türküsü söyleyeceğim ben de
ölürsem bir partizan gibi öleceğim
azgın bir gebelik halinde.

Beni dinmeyen bir mavilik kanırtıyor
buna dayanamam
bir çeteci dişleriyle söküyor kanımdaki çiviyi
buna da.

Radyodan silah sesleri geliyor
ter kokusu geliyor, ayak
aksayan bir şey örtüyor
yüreğimin kabzasını
olmadık sesler geliyor radyodan
beynimde korkunç bir vida olarak
ergen ölüleri
artık ellerimi bu rahlelerden ayırsam
boyunbağımın ve gülüşümün o kirli
rahatlığından, yırtık uğultusundan şehrin.
Umudunun ayak seslerini okşuyoruz, yavrum.
Kuşandığımız
bu alkol kokusu bize ne getirdi ki!
ÇIKSAM
gök
şarlayarak devrilse ardımdan
- ölürsek bir partizan gibi ölmeliydik -
yürüsem parçalanmış bir ceset tazeliğinde
yürüsem beynimde kıpkızıl bir serinlik
sonra denizler devirebilirim dudaklarımdan
sonra aşk, sonra dirlik: partizan

Öylesine

Yıldız Ertan - Öylesine

Ruhumun derinlerine indim ben bugün. Buz gibi bir zemine çarptı nefesim.
Aklımdan çıkan dumanların nasıl da buz kestiğini gördüm ve ilerledikçe çarptım, çarptıkça tuz buz oldular. Üzerlerine bastım, ayaklarım kesildi. Ayaklarım çıplaktı. Terliklerim bile yoktu ben ona giderken. Beden denen zırhımı kapıda çıkardım. Öyle, öz ruh olarak, saf olarak, masumca kalakaldım yanında. Dokunduğunda soyuldu kabukları ruhumun. Bir köpek yavrusu gibi ıslak ve titrek... Merhametli baba ellerinden öptüm. Gül kokan bileklerinden... Pudra kokulu boynu vardı. Çay tomurcuğu saçları, buram buram... Gözleri deniz... Gözleri tuzlu, yakan... Dua gibiydi onun sesi; cuma günleri camiden saçılan. Ana rahmine dönme isteğiydi o. Duşun altında öylece kalakaldığım... Durduk yere onun için ağladığım... Bakışlarının daldığı yerde bittiğim... Su gibi, öyle kana kana içmek istediğim… Öylesine inandığım... Bende inanmak eksikti, onunla tamamladım. Kahvemin telvesindeki her şekil... Kabaran ve taşan özüm... Parmak uçlarına asmak istedim geleceğimi. Tırnaklarının arasına kaçsındı derim. Yeşilim, mavim, beyazım... Siyaha boyadı ruhumun duvarlarını. Elleriyle inşa ettiği, renklendirdiği koridorlarımı... Şimdi, onu benden alanlar için dilediğim penceresiz evlerde sıkışıp kaldım. Havasız, karanlık.
Öyleydi o... Böyle değildi.
İçin mi karardı? Hoş geldin aklıma... Buralar çok tenha. Alış işte tüm bunlara. Senin yaşayacakların bunların yarısı daha. Sesim geliyor mu? Dünya başıma yıkıldı. Önce çocukluğumun evleri çöktü ayaklarıma, sonra gençliğimin binaları, şimdi de benimle beraber büyüyen gökdelenler temellerinden çöküyor. Ezildim, kırıldım, yarıldı kasıklarım. Şakaklarıma su boruları girdi, gözlerimden şehrin suları akıyor. Duyuyor musun? Çekmiyor mu? Kıyamet benim başıma koptu. İsrafil, ‘sur’unu benim kulaklarıma üfledi. Sırat köprüsünde intihara meyilliyim, izliyor musun beni? Kaç ivme kazanırım, kaç beton etkisi bu atlayış?
Onlar ittiler beni.
Ayakta uyutulmuş olmanın yorgunluğu çöktü üzerime. Tuvaletin mermerine uzandım. Aynalar üzerime dağıldı az önce, neden, hatırlamıyorum. Çirkinmişim, sevilince güzelleştim sanıyordum. Aşksızlıkla, sevgisizlikle erittiler beni potalarında. Uzun, ince kalıplara döktüler beni. Malzemelerimi çaldılar. Çaldıklarını kendilerine kattılar. Ben eksilirken onlar tamamlandılar. Nasıl güzellerdir şimdi. Nasıl da tamdırlar. Kahkahaları Japon bahçesindeki kuş sesleri, nefesleri denizden esen tatlı meltemdir. Gözyaşları bile güzeldir onların, mutludur gözyaşları. Yaz sonu yağmurları gibi özlenen... Karanlığı bile severler onlar şimdi, biliyor musun? Mum gibi aydınlatırlar birbirlerini, mum gibi erirler. Karışırlar kaplarına. Dökülürler tenlerine, çıkmazlar, kalırlar, düşünebiliyor musun? Bizi acıtıp bizi unutup kendilerini hatırlatırlar.
Biraz uzandım ben, yorgunum. Kan oranım eşitçe yayıldı bedenime. Şimdi daha net. Zihnim daha açık sanki, görüyorum. Gülümsediğinde fotoğraflarda bile çıkan gamzen düştü yanaklarından. Önünde bir mezar gibi açılıyor git gide. İçine girip uyumak dileğin, biliyorum. Üzerini annen örtsün. Kurumuş kedi çişi kokulu topraklara gömül. Ciğerlerin amonyaktan şişsin. Onun acısıyla durmaktansa ölmeyi tercih eder misin? Net misin? Gerçekten acıyor musun söyle? Parmağındaki yüzük, işlemediğin bir suçun kelepçesine dönüştü mü? Kaç çentik attık duvarlara? Kaç günün daha var aydınlığa? Kaçış yolun var mı senin? Yoksa sen de benim gibi umudu kestin mi? O hapishanede yaşayacak mısın? Yoksa gerçek bir suç işleyip firar edecek misin? Bana planlarından bahsedemez misin?
Yalnızım.
Hayatımda hiç bu kadar yalnız kalmamıştım. Saf bir yalnızlık bu. Sevdiğin insanların yanında ya da kalabalıkların arasında yaşadıklarından değil. Varoluşun derin yalnızlığı işte. İnsanın kendi yalnızlığı... Dünüyle, bugünüyle, şimdisi ve geleceğiyle baş başa kalışı... Kan akışının sesini duyması, kalbinin atışını ağzının orta yerinde hissetmesi gibi bir yalnızlık. Derin ve ruhsal bir sessizlik ama içindeki karmaşanın tek bir notasıyla bile kulakları patlayacak gibi acıtan. Şöyle düşün: Yerin 13 kat altında daracık bir odada oksijenin tükenmek üzere bekliyorsun. Ne beklediğini bilmeden... Oraya nasıl girdiğini, dışarıda neler olduğunu bilmeden. Düşüncelerinden başka ses yok. Kendini yüzlerce senden dinlemek zorundasın. Dün mü, bugün mü, gece mi, gündüz mü, bilmiyorsun. Öldün mü, yaşamak bu mu, haberin yok. Aklını kaybetmişsin, hafızan silinmiş, tek bildiğin korku. İşte, tam o anda karanlığın diğer ucundaki benle tanıştın. Buyum ben, bana bunu hissettiren ise onlar ve onlar bunun farkındalar. Acımasızlık… Haksızlık... Yeni doğmuş bir bebeğe süt vermek istemeyen anneler gibi… Ölüme terk edilmiş, bir nehrin üzerine bırakılmış, ayaz vurmuş, çıplak, daha göbek bağı düşmemiş bir enik gibi... Düşün işte, nasıl aciz ve terk edilmişim.
İnsan ne olursa olsun bağlanmak istiyor bir şeye. Kökleriyle olmasa bile, batarken atılan bir ipe tutunmak istiyor. Kopsa bile umut etmek istiyor. Onlar, ezdikleri üzümlerin şarabını yudumlarken, ben onları gördüm. Sen, benim kadar yara almayacaksın belki, kim bilir? Ben bilirim elbet. Onların yüzündeki hazzı ben bilirim. Mutluluğu, benim hak ettiğim mutluluğu onların yaşamasını ben bilirim. Bu acıları çekmesi gereken onlarken neden ben? Geriye kalan kırıntıları topladım ve yetindim diye mi ben? Kandığım, inandığım için mi benim hatam? Onların hiç mi suçu yok? Hayır, aşka da saygım yok. Onlarınki aşk değil. Onlarınki düpedüz kasıtlı darp, kasten adam yaralama. Kasten başkasının vücuduna acı veren, sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan bir suç. İnsanı sevdiğinden ayırmanın öldürmeye elverişli bir araç olduğu kuşkusuz değil mi? Kendi aşkı için, kendisini veya onu korumak için bile rast gele bıçağını sallayan failin, öldürme kastıyla hareket ettiğini söylemek mümkün olmaz mı? İyi de ben onlara hiç saldırmadım ki. Ben onlara hiç bulaşmadım ki. Sevmek nasıl bir tehdit unsuruydu onlar için. Onlar, sadece kendilerini ve birbirlerini sevenler benim gibi kendini bile sevmekten aciz, tüm hayallerini ve anlamlarını bir başkasına yükleyenleri anlayamazlar. Sen anlayabiliyor musun?
Sen de bizim fotoğraflarımıza baktın mı? Biz de mutluymuşuz, değil mi? Evet, eminim sen de fark ettin. Benimle beraberken asla gülen bir fotoğrafı yok. Sanırım onda bıraktı gülüşlerini, bana gelirken. Kahkahalarını, gülerken kıvrılan dudaklarını ona hediye etmiş olmalı. Hatıra olarak... Peki, sen hiç anlamadın mı? Ben hep hissediyordum ama asla sormaya cesaretim olmadı. Birisinin maskesini düşürmeden önce gerçek yüzünü görüp görmemek istediğimi sorgularım. Sanırım gerçek yüzünü görmeye hiç hazır olmadım. Bundandır asla soramadım. Ne büyük aptallık!
Neyse tamam... Zaman çoktan doldu.
Benim acımla kendi acını bir tutma artık. Belki gün olur, yıl sonra aynı gökyüzüne bakar, aynı yıldızlarda birbirimize teşekkür ederiz. Yıldızlar sırdaştır, yıldızlar modern zamanın retro habercileri. Ben balkonumda bir akşamüstü, kötürüm bir ruhla geleceğe bakamazken, sen bir deniz kıyısında bugünü düşünür, kurtuluşunu kutlarsın. Göz kırpar bir parlaklık bana, son düşen gözyaşıma çarpar, ellerime vurur aydınlıklar. Yüzüme sürerim ve belki yeniden yaşamaya tenezzül ederim. Ne dersin? Bana bir gün yeniden umut ettirmeye kast eder misin?
Etme!
Seni içimdeki yüzlerce kadına böldürüp ve hatta öldürtüp unutmaya meyil ettim ama sen etme. Beni bir başıma koyup terk etme. Hiçbir kadın, hiçbir günah, hiçbir sabah yoktur ki seni böyle alsın içine, özüne. Böyle sevmelere, benim gibi istemelere niyet etme. Canın yanar, bak yandı benim çoktan. Ama ne olur, sen gitme.

                                                                                                                 Masa Dergi, 10. Sayı

2 Kasım 2017 Perşembe

Paslı Çivi

Nermin Yıldırım - Paslı Çivi

Sonbahar geldi. Ağır yorganlar misali havalandırılacak yer, Acem halıları gibi tokmaklanacak gök. Bazı yorgun hayvanlar kuyruğu kıstırıp dönerken yuvalarına, bazıları da dışarı süzülecek merakla. Ve biz gölgesine güvenenler, inceldiğimiz yerlerden kopup yaprak dökeceğiz usulca.
Nasıl da buruk bitiyor bir şeyler, öbürleri başlarken her defasında coşkuyla. Havada bir veda, havada merhaba.
Havada ölmüş şairlerin hiç ölmeyecekmiş gibi yazdıkları şiirlerden sarkan zarif dizeler. Havada hep yarım kalmış bir şeyler.
Sonbahar geldi. Havada buğulanan garip hüzzam, senin de içine sirayet etti. Gönlündeki sebebi meçhul gam, ruhun med saatinde köpürerek yükseldi.
Mevsim dönümü bahanesine sığındın ve derisinden sıyrılmaya çalışan minik bir hayvan gibi aniden hastalandın. İşten, okuldan yahut gitmen gereken o rutin mecburiyetten böylece kaçtın. En eski, en pejmürde, en tanıdık, en sıcak pijamalarını dünyanın seni incitmesine mani olacak bir zırh misali kuşanıp yatağına saklandın.
Sonbahar geldi. Dışarıda gök gürledi ansızın. Bulutların yırtılışını duydun. Yırtılan içerideymiş gibi, elini göğsüne götürdün. Titredin, ürktün, dışarı açılmayan kutular misali kendine sıkı sıkı kapandın.
İnsan hemen yadırgar vazgeçtiğini, sen de öyle yaptın. Hiç aldanmamış, hiç sevmemiş gibi korkarak, tiksinerek, yabancılayarak çabucak uzaklaştın. Düşününce aklın almadı hatta, onca zaman, kalbini kırmaya and içmişlerin arasında, kimselere çarpmadan, düşüp yere kapaklanmadan yürümeye nasıl dayanmıştın?
Dışarısı cehennem, dedin içinden. Dışarısı cehennem diye, ölümcül bir hasta gibi sayıkladın. Dışarısı cehennemse mesela, hiç incitmemiş, fakat hep incinmiş masum bir melek olduğuna kendini inandırdın. Kendini inandırdın gözlerinin yalan söylediğine. Başka türlü nasıl dayanır ki insan aynalara baktığında, ruhunun çirkinliğine?
Sonbahar geldi. Dizlerini karnına çekip rengini, kokusunu hatırlamadığın eski bir zamana sığınmaya çalıştın. Heyhat, zaman sığınabileceğin en son yer. Geçen ve giden bir şeye sığınabilir mi insan? Terk etmek üzere gelmiş birine?
Geçmiş çoktan geçti. Hatırlasana, daha önce de defalarca seni terk edip gitmişti. Her güzel anı biteceğini, her sevgiliyi gideceğini, her çocuğu büyüyeceğini bilerek, daha en başından bunun elemini ta içinde hissederek sevmemiş miydin? Vazgeçtiğini yadırgar insan, neyse ki. Peki vazgeçilen, yaşadıkça kanayan bir yaraya benzemez mi? Sahi, sen, dünyaya benden vazgeçti diye düşünmeye ilk ne zaman başlamıştın?
Sonbahar geldi. Dışarıda orta yerinden yırtıldı atlas. Sense kapattın kendini kendine, çektin karnını dizlerine ve uslanmayarak yanaştın mazinin gıcırtılı kapısının eşiğine. Zaman ancak bitince güzelleşiyor değil mi? Hayat da öyle sanılır. Hele ki umut tükenince, en güzel günler henüz yaşamadıklarımız değil, çoktan geride bıraktıklarımızdır. En fecisinin bile tortusunda bir parça neşe vardır. Öyle hatırlanır. Hayata ancak yaşadıklarını okudukları gibi değil, olmasını istediğin gibi hatırlayarak dayanırsın. Kendine de öyle.
Sonbahar geldi. Bir zamanlar revnakla parladığına inandığın paslı bir çivi olup yatağa çakıldın. Duvarda düzgün duramayan tablolar gibi sarktı üstünden ruhun. İlaçlar, doktorlar, beş yıldızlı tatiller, peşin fiyatına taksitli oturma grupları, iyi gün dostları, yoga kursları, hayatın anlamını yazdım diyen kitaplar... Kâr etmedi hiçbiri, şöyle bir dimdik duramadın. Hep bir yanın eğik kaldı, bu seni çok utandırdı. Sonbahar geldi. İnceldiğin yerden koptun ve kendine söylediğin bütün yalanları döktün önüne. Yenilerini söylemek için yer açtın meşrebince. İçinde sebebi meçhul bir ağırlık.
Sonbahar geldi. Biçare ruhun sarkıyor duvardaki paslı çividen. Kuşkusuz daha iyi biri olmayı sen de istemiştin. Daha iyi bir şeylerin parçası ya da.
Biliyorsun artık, hayat devam edecek sen de peşinden gideceksin.
Peki daha kaç mevsimi o duvardaki pas lekesini büyüterek geçireceksin?                 
                                             
                                                                                                OT Dergi, Ekim 2017 (56. Sayı)

Gülten Akın - Seni Sevdim

Gülten Akın - Seni Sevdim
Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
"Uyandım bir sabah" gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara
Susuzdu, suya değdi dudaklarım seni sevdim
Mevsim kirazlardan eriklerden geçti yaza döndü
Yitik ceren arayı arayı anasını buldu
Adın ölmezlendi bir ağız da benden geçerek
Soludum, üfledim,yaprak pırpırlandı Ağustos dindi
Seni sevdim, sevgilerim senden geçerek bütünlendi
Seni sevdim, küçük yuvarlak adamlar
Ve onların yoğun boyunlu kadınları
Düz gitmeden önce ülkeyi bir baştan bir başa
Yalana yaslanmış bir çeşit erk kurulmadan önce
Köprüler ve yollar tahviller senetler hükmünde
Dışa açılmadan önce içe açılmadan önce kapanmadan önce
Nehirlerimiz ve dağlarımız ve başka başka nelerimiz
Senet senet satılmadan önce
Şirketler vakıflar ocaklar kutsal kılınıp
Tanrı parsellenip kapatılmadan önce
Seni sevdim. Artık tek mümkünüm sensin.


Kitap Önerisi

Aylak Adam - Yusuf Atılgan Her şeye ‘’karşı’’ duran, ‘’karşı’’ çıkan, ‘’karşı’’ olan bir adam… Aylak Adam… Bir adı bile yok. ‘’C...