13 Kasım 2017 Pazartesi

Mutluluk


Mutluluk Neydi?
     Mutluluk, o kadar yakınımızdaydı ki biz onu uzaklarda arıyorduk. Gören iki gözümüz, duyan iki kulağımız, tutan iki elimiz ve gezebilen iki ayağımız vardı. Bunlar mutluluğun ta kendisi değil miydi? En büyük zenginlik, en büyük servet bunlardan başka ne olabilirdi? Gören gözlerimiz bizim için özenle yaratılmış birçok nimeti göremeyince, kulaklarımız eşi benzeri olmayan o muhteşem sesleri duyamayınca, ellerimizin ve ayaklarımızın farkına varamayınca yani kendimizin mükemmel ve kusursuz bir varlık olduğumuzun farkında olmadığımızdan mutluluğu bulamıyorduk. Bulamayınca da farklı şeylere kalkışıyorduk. Onu kendimizden uzaklarda aramaya başlıyorduk. Zenginliğimizin ve servetimizin farkında olmadan öylece dolaşıyorduk. Birde üstüne parayla satın almaya kalkışıyorduk. Mutluluğu parayla, servetle, yatla, katla bulabileceğimizi sanıyorduk. Bunun içinde kendimizi çoğu şeyden mahrum edip gelip geçici şeyler için paralıyorduk. Çok çalışmamız ve çok para kazanmamız lazımdı. Mutluluğu bulmanın yolu buydu. Gerçekten de bu muydu acaba? Sağlığımız yerinde olmadan, çok paranın ve parayla her şeyi elde etmenin bir anlamı var mıydı? Bu bize mutluluğu getirebilir miydi? Belki bir yere kadar mutluluğu satın alabilirdik. Ya ondan sonrasını nereden bulacaktık? Aslında bunların hiçbirine gerek yoktu. Ne paraya ne yata ne kata. Mutluluk o kadar basit yerlerde saklıydı ki sadece bize düşen onu doğru yerlerde aramaktı. Küçük bir köyde heybetli bir meyve ağacının gölgesinde saklıydı. Dallarındaki meyvesinde saklıydı. Öten küçük bir serçenin ötüşünde saklıydı. Özene bezene yaratılmış bir papatyanın kokusunda ve yaprağında saklıydı. Gökyüzündeki milyonlarca yıldızda saklıydı. Güneşin doğusu ve batışındaki o muhteşem görüntüde saklıydı. Belki de mutluluk yediğimiz bir parça ekmeğin kendisiydi. Alıp verdiğimiz bir nefesin karşılığıydı mutluluk.

     Düşünebilmemiz için birde aklımız vardı. Düşünüyorduk. Çok şey düşünüyorduk. Bizim için yaratılan ve bize sunulan bu kadar şeyi yaratanın kim olduğunu ne kadar düşünüyorduk acaba? Biz nereden gelmiştik nereye gidecektik? Bizim gerçek sahibimiz kimdi? Onu düşünmek bile bir mutluluk kaynağıydı. Her şey o kadar kusursuz ve ahenk içindeydi ki bunu göz ucuyla bakarak bile görebilirdik. Birde herkesi eline düşüren aşk vardı ki mutluluğu çoğaltabilirdi. Çoğalttığı gibi yok edebilirdi de. Peki bu aşk neydi? Aşk sadece bir beşeri sevmek miydi? Onun uğruna her şeyi feda edip kendimizden geçmek miydi? Dağı, taşı, toprağı, ağacı, çiçeği, böceği sevmek onlara bağlanmak aşk olamaz mıydı? İnsanları sevmek aşk olamaz mıydı? Ana babayı sevmek aşktan sayılmaz mıydı? Ağacın köklerini toprağın bağrına saplaması ve toprağın acı çekmesine rağmen öylece sessiz kalması aşk değil de neydi? Bunların hepsini yaratanı düşünmek , sevmek ona bağlanmak en büyük ve en güzel aşk değil miydi? Onu yüreğimizin en derinlerine yaşamak onun için yanmak mutluluk değil de başka ne olabilirdi? Mutluluk yaratana olan sonsuz aşktaydı. Yürekteydi. Yani bizdeydi. Yaratan aşkı için ne yapa biliyorduk? Nelerden vazgeçebiliyorduk? Nelerimizi onun yoluna fena ediyorduk? İsmini bile ağzımıza almak bizi bu kadar mutlu ediyorken onun için ne kadar yanabiliyorduk? İşte her şey bu kadar basitti. Mutluluğu bulabilmek zor değildi. Bir kere düşünmek yetiyordu onu bulabilmek için. Bizi yaratanı düşünmek ise her şeye bedeldi. Dünyanın her yerinde beş vakit duyulan bir ses vardı ki bütün mahlûkat onu duyunca olduğu gibi kalırdı. Kıpırdamaya imkan bulamazdı. Bu ses sanki her şeyin kapısını bir çırpıda açıyordu. Unuttuğumuz her şeyi hatırlatıyordu. Hatırlatmakla kalmıyor teker teker her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. Evet, bu ses mutluluğun sessiydi.

     Mutlu olmak bu kadar basitti işte. Onu uzaklarda aramaya gerek yoktu. Çünkü çok yakınımızdaydı. Yanı başımızdaydı. Elimizin altındaydı. Meçhulde aramak boşunaydı. Tek çare mutluluğu doğru yerde ve kendimizde aramaktı. Farklı şeylere kalkışmamıza gerek yoktu. Yaratandaydı mutluluğun aslı. Kusursuz ve mükemmel yarattıklarında saklıydı mutluluk. Bize düşen ise yaratılanları görebilmek, duyabilmek, hissedebilmek, düşünebilmek ve farkında olabilmekti.
                                                                                                            CENGİZHAN DEMİREL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kitap Önerisi

Aylak Adam - Yusuf Atılgan Her şeye ‘’karşı’’ duran, ‘’karşı’’ çıkan, ‘’karşı’’ olan bir adam… Aylak Adam… Bir adı bile yok. ‘’C...